Hakkımda

Fotoğrafım
Şimdiye kadar İstanbul’da yaşadı, orada da doğdu . Toplamda 12 yılını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi koridorlarında geçirdi. Sosyolojide yaptığı yandal sırasında yoğun oryantalizm ve Said tartışmalarının etkisiyle yüksek lisans tezini medyada oryantalizm üzerine yaptı. Doktorada kafasından türlü çeşitli konu geçişi sonrasında yeni medyanın toplumsal etkileri üzerine çalıştı ve bu konuda çalışmayı sürdürüyor. Takıntılı bir biçimde iletişime erişmede eşitsizlik üzerine konuşup duruyor. “Ne var canım onlar da erişseydi” karşı çıkışlarını duydukça çıldırıyor. O anlarda bir ejderha gibi ağzından ateş püskürtmek istiyor. İletişim sosyolojisine ilgi duyuyor ve bilimin, ticaret için değil toplum için olduğuna inanıyor. “Yaptığından hoşnut olan bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır” sözünü benimsiyor, o yüzden yazdığı her şeyi iki gün sonra beğenmiyor.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

"Elde Var Hüzün"



“İnsan kendini bir şarkıda bulamıyorsa, hani biraz da olsa bulamıyorsa durum vahim” derdim. Şarkıyı buldum neyse ki. Dinleyip dinleyip, boş bulduğum, kimseyi rahatsız etmeyeceğim yerlerde (sesim kötümüdür biliyorum) bağırıp duruyorum. Biraz rahatlatıyor, su serpiyor gibi. Nakaratı hep gözlerimi dolduruyor, sesim daha da kötüleşiyor. Ama olsun varsın, rahatlatıyor. Hangi şarkı mı? Söylemeyeceğim.
Yazmak hep söylemekten daha kolay oldu benim için, kendimi yazarak daha iyi anlatabildim, belki de sözümün kesilmemesinden, kesilse bile hisetmememden dolayı. Şarkıyı buldum bulmasına da “acaba şiirlerde bulur muyum kendimi” dedim ve peşine düştüm. Şiir okumayı severdim ama uzun zamandır bu kadar hırsla –doğru kelimemi emin değilil- okumamıştım. Bir iki birşeyler okuyup bırakırdım, bir zamanlar okuldaki odamda masamın hemen başında asılıydı bir şiir, odam değişince onu orada bıraktım. İçimdeki yeri ise sabittir “Zümrüdüanka”nın.
Velhasıl kitaplara daldım, internete vurmadım yani kendimi. Sevdiğim şairlerin beni kucaklayacak yeteri kadar kitabı vardı evimde, hafızam da fena değildir. Öncelikle her yağmurda aklıma gelen aslında şiirle yağmur dışında çok da ilgisi olmayan bir şiir çağırdı beni.
“Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.”
Elbet bu değildi aradığım. Hep yağmurla ilişkisini kurduğumdan hayatımda vazgeçilmezdi ama daha toplumcu bir şiirdi. Sanata bakış açım genelde toplum için olmasından yanaysa da şimdi bireysellik aramakla meşguldüm. Hem de sen sinsi sinsi her yerimde gezerken ve birden bire hesapta olmayan ağrılar çıkarırken benim karşıma.
Bir yandan dinlediğim şarkılar beni şuraya götürdü:
“Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyiniyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız”
Tam da bireyci bir şiir değil mi? Ama yine olmadı. Aradığım tam da bu değil aslında. Biraz daha direnç gerek bana.
“Işıkları tutamıyorum
avuçlarımdan kayıyor
karanlık en büyük korkum
gece gittikçe çoğalıyor”
Güzel güzel olmasına ama tam da korkularımı yüzüme vuruyor. Karanlık diye haykırıyor bana satırların arasından, nerede aydınlık? Biraz olsun umuda ihtiyacım var halbuki benim. Arayışa devam o zaman.
“dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
buraya böyle gelmiş olmanın,
gecene yol açmanın, ki içinden rüzgar geçirmenin
ne büyük güç istediğini anladım. durmanın ne büyük sabır…”
Ve aynı kitabı karıştırırken bir şeye daha rastladım, hem de son birkaç yılımın en büyük sorunu belki de.
“bir yerde vahim bir yanlış yapılmıştır
ne yadsımaya dilim varır
ne düzeltmeye gücüm yeter”
Öyle ya bazen bazı şeyleri düzeltmeye gücün yetmez, “çapını bil” der bazıları, belki de seninle dostluğumuz bu yüzdendir (önce arkadaşlığımız diyecektim ama fark ettim ki arkadaşlıktan öte seninle durumumuz). Evet düzeltmeye gücüm yetmedi, yedim bitirdim kendimi. Haksızlık bana ya da bir başkasına ne fark eder. Bu dönem için çok mu hayali? O halde birkaç dize daha sana:
“Bir hayalden geldim ben,
Bir hayal verdim sana”
Ve bundan sonra ne mi oldu? Bak aynı sayfalardan içime işleyen bir dize daha:
“Ve insan
Sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek”
Ben de istedim aslında, öyle susayım kalayım istedim. Susayım, öyle susayım ki, bir daha tek laf etmeyeyim. Kimse bilmesin ne düşündüğümü, kimse karşı çıkmasın düşünceme, kimse yeniden incitmesin beni düşüncemden dolayı. Susayım öyle susayım ki lal olayım, hatta bir adım daha öte; susayım, bir de duymayayım… Ahraz olayım. Vahim yanlışlara böyle tepkisiz kalayım. Olamadım, sen oldun.
Sonra şunu öğrendim:
“İçime işleyen acıyı size değil
Bir suya bırakmayı öğrendim
Dal olmaktan vazgeçeli çok oldu
Bu yüzden ne bir ağacım var
Bana beden
Ne de çiçek açacak benden.”
Çiçek açmamaya karar verdim, karar verdik. Hoş acıyı da size anlatmamayı öğrendim, zira anlamadınız. Bu yüzden tek başıma değil belki ama az başıma var olmaya karar verdim.
Şimdi belki biraz arka arkaya:
“Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce”
Öyle ya insan derde düşmeden anlamıyor, ne bilsin?  Ve sonuç olarak dedim ki önce;

“Tam unutmaya alıstırmışken kendimi
artık unutmak istemediğimi fark ettim
(Artık unutmak istemiyorum)
(Artık unutmak istemiyorum)”
Unutmak istemiyorum, evet; çünkü uzun vadede sen sinsi çok şeyi unutturabilirsin bana.
Ve ne buldum o kadar şiirde bilir misin? Öncelikle şunu
“Hayalleri dik tutmak gerekir”
Ve ardından şunu
“Birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder